Türk
Kardiyoloji Derneği Koroner Arter Hastalığına Yaklaşım ve Tedavi Kılavuzu
A) Koroner Arter Hastalığında Risk Etmenlerini Düzeltmenin
Etkinliği
Günümüzde en önemli mortalite ve morbidite nedeni
olan koroner arter hastalığının (KAH) prevalansı Kuzey Amerika, Batı
Avrupa ve Avusturalya'da düşmekte, Doğu Avrupa ve Asyada ise
artmaktadır. KAH prevalansının azalmasında, WHO MONICA projesinin de
gösterdiği gibi, bu toplumlarda sigara, kolesterol ve hipertansiyon
ile savaşın büyük katkısı olmuştur. Riskin arttığı toplumlarda
ise obezite ve diğer çevresel etmenlerde olumsuz yönde gidiş gözlenmiştir.
Bugüne dek yapılan epidemiyolojik ve klinik çalışmalarda KAH'na yol
açan çok sayıda risk faktörü iyi tanımlanmıştır. Bu risk faktörlerinin,
gelecekteki koroner arter hastalığı riskini belirlediği Framingham
Çalışması gibi popülasyon çalışmaları sonucunda ortaya çıkmıştır.
Risk etmenlerinin belirlenmesi ardından bunları ortadan kaldırmaya yönelik
çalışmalar başlamıştır. Çok yönlü risk faktör
modifikasyonunun kardiyak mortaliteyi azalttığına yönelik çok sayıda
çalışma vardır (1). Örneğin SCRIP çalışmasında diyet, yaşam
tarzı modifikasyonu, egzersiz ve farmakolojik tedavi ile kardiyak
olaylarda %50'ye varan azalma sağlanmıştır. Yine RİSKYÜK çalışmasında
çok yönlü risk faktör modifikasyonu ile hesaplanan riskte %38 azalma
sağlanmıştır (2). Çoğu kişide birden fazla risk faktörü olduğundan,
genelde amaçlanan kişinin global riskini hesaplayıp buna yönelik
girişimde bulunmaktır. Günümüzde bilinen bağımsız risk faktörlerini
tek tek incelersek, bazılarını ortadan kaldırmakla kesin olarak
koroner mortaliteyi azaltabildiğimiz kanıtlanmıştır. Bazı risk
faktörlerinin ise, koroner olayları azaltsalar da, mortaliteyi kesin
olarak azalttığı kanıtlanamamıştır. Eldeki bilgilere göre
bilinen risk faktörlerinin etkileri ve bugüne dek bunlara yönelik yapılan
girişimler aşağıda tartışılmıştır.
1-Giderilmesine Yönelik İşlemlerin Koroner Arter
Hastalığı Riskini Kesin Olarak Azalttığı Kanıtlanmış Etmenler
Diyet
Beslenme özelliklerinin KAH üzerine önemli
etkilerinin olduğu günümüzde kanıtlanmıştır. Başta Yedi Ülke
Çalışması olmak üzere çok sayıda çalışma, toplumların koroner
mortalitesi ile diyetle alınan yağ ve doymuş yağ tüketimi arasında
önemli ilişkiler saptamıştır. Diyetin etkisinin araştırıldığı
yedi randomize çalışmanın agresif yağ kısıtlaması uygulayan dördünde
mortalitede %30-60 azalma sağlamak mümkün olmuştur. Ayrıca
anjiyografik regresyon çalışmalarında gerek tek başına, gerek diğer
girişimlerle birlikte uygulandığında diyetin uygun şekilde düzenlenmesiyle
progresyonu azaltmak mümkün olmuştur. Koroner arter hastalığı üzerine
olumlu etki yapan diyetin doymuş yağdan fakir; lif, antioksidan,
teklidoymamış yağ ve balıktan zengin olması gerektiği gösterilmiştir.
Doymuş yağlardan palmitik ve miristik asitlerin ve katı margarinlerde
bulunan trans-doymamış yağların LDL kolesterolü ve Lp(a)'yı arttırıp
HDL kolesterolü düşürdüğü gösterilmiştir. Doymuş yağlar, ayrıca,
trombosit agregasyonunu, faktör 7 düzeylerini ve LDL oksidasyonunu
arttırır. Omega-3 yağ asitleri içeren diyetler ise trombosit
agregasyonunu azaltıp vazodilatasyon yapar. Birçok epidemiyolojik çalışmada
balık tüketimi ile koroner mortalite arasında tersine ilişki vardır.
Buradan da görüldüğü gibi diyetin tek etkisi serum lipidleri üzerine
değildir; kan basıncı, obezite, insüline bağımlı olmayan diabetes
mellitus ve trombotik sistem üzerine de etkileri saptanmıştır. Bu
bilgiler ışığında KAH'da risk faktörü modifikasyonu için önerilen
diyet özellikleri Tablo 1'de verilmiştir.
Tablo
1. KAH'da risk faktör modifikasyonu için önerilen diyet
Sonuç olarak diyet, koroner olayları azaltmada
etkinliği kanıtlanmış, yan etkisi olmayan ve ekonomik bir tedavi yöntemi
olduğundan gerek birincil, gerek ikincil korunma amacıyla mutlaka önerilmesi
gereken bir tedavi yöntemidir.
Kolesterol düşürücü tedavi
Plazmadaki kolesterolün çoğu düşük dansiteli
lipoprotein olan LDL tarafından taşınır. En aterojen lipoprotein
olan LDL düzeyleri, total ve doymuş yağların fazla tüketilmesi, aşırı
kalori alınması, obezite ve fiziksel inaktivite ile artar. Ayrıca
plazmadan LDL temizlenmesini sağlayan LDL reseptörlerine genetik
nedenlerle düşük afinite olması da plazma LDL düzeylerini yükseltir.
Bunun yanısıra diabetes mellitus, hipotiroidi, kronik böbrek
yetersizliği, alkol kullanımı ve bazı ilaçların kullanımı gibi
durumlarda ikincil olarak da LDL düzeyleri artar. Neden ne olursa
olsun, artmış LDL damar duvarında depolanarak aterosklerotik lezyonun
gelişmesine katkıda bulunur.
Serum kolesterolü ile KAH gelişimi arasında sürekli,
dereceli ve kuvvetli bir ilişki olduğu erken epidemiyolojik çalışmalardan
Framingham (3) ve MRFIT'de (4) gösterilmiştir. Yaklaşık 400.000 kişinin
tarandığı MRFIT çalışmasında (4) total kolesterol ve koroner
olaylar arasında adeta lineer bir ilişki olup, eğri 200 mg/dl üzerinde
dikleşmektedir. Kolesterolu düşürmekle klinik olaylarda azalma sağlamanın
olası olup olmadığı 1970'lerde araştırılmaya başlanmıştır. Bu
amaçla kolesterol düşürücü olarak diyete ilaveten safra bağlayıcı
reçineler, fibratlar veya niyasin kullanılarak kolesterolün düşürülmesiyle
koroner olayların azaldığı gösterilmiştir. Özellikle Lipid
Research Clinics-CPPT ve Helsinki çalışmalarından (5,6) çıkan sonuç,
total kolesterol düzeylerinde sağlanacak %1'lik düşüşün, koroner
olayları %2 oranında azaltacağı şeklindedir. Bunun ardından daha
az sayıda hasta içeren ve kolesterol düzeylerinin düşürülmesinin
koroner anjiyografide saptanan lezyonların ilerlemesine olan etkisini
araştıran anjiyografik regresyon çalışmaları (7) yapılmıştır.
Bu çalışmalardan elde edilen bilgi, total ve LDL kolesterolü düşürmenin
lezyon progresyonunu azalttığı, hatta bazen regresyonu sağladığıdır.
Aslında bu çalışmalara göre stenoz derecesinde azalma %1-2 civarında
olup tüm lezyonların sadece %12'si regresyona uğramaktadır. Ancak
bazı çalışmalarda tedavi gören kesimde klinik olaylarda %80'lere
varan azalma görülmektedir. Buradan ortaya çıkan plak stabilizasyonu
kavramına göre, lezyondaki gerileme minimal de olsa, hassas plaklar
stabilize olup rüptür olasılığı azalmakta; böylece plak rüptürüne
bağlı gelişen akut klinik olaylar olan ani ölüm, kararsız angina
ve miyokard infarktüsü azalmaktadır. Tüm regresyon çalışmalarının
metaanalizinde koroner olaylarda %47 civarında bir azalma saptanmıştır.
Ancak bu çalışmalar genelde total mortaliteyi değerlendirecek güçte
olmadığından ve o aşamada kolesterol düşürmenin nonkoroner
mortalite üzerine etkisi sorgulandığından, hedef noktası kolesterol
düşürmenin total mortaliteye etkisinin araştırıldığı geniş çalışmalar
başlatılmıştır (Tablo 2). KAH gelişmiş kişilerde kolesterol düşürmenin
etkisini irdeleyen 4S, CARE ve LIPID çalışmalarının tümünde
kolesterol düşürücü tedavi alan grupta, koroner olaylar, revaskülarizasyon
girişimleri ve total mortalitede anlamlı azalma saptanmıştır
(8-10). Ardından yapılan ve KAH henüz gelişmemiş kişilerde
kolesterol düşürmenin etkisini araştıran WOSCOPS, AFCAPS-TEX CAPS
çalışmalarında da koroner olaylar ve mortalitede azalma gösterilmiştir
(11-13). Böylece, tedavi gören popülasyonu, metodolojisi ve tedavi türü
farklı olan birçok çalışma, kolesterol düşürücü tedavinin
koroner olay gelişimi ve mortaliteyi azalttığını kanıtlamıştır.
Tablo
2. Yeni geniş randomize kolesterol düşürücü çalışmalarda
koroner olaylar
Türk Kardiyoloji Derneğinin 1995 yılında yayınladığı
Koroner Kalp Hastalığından Korunma kılavuzunda, amaçlanan hedef LDL
kolesterol değerleri ikincil korunmada 100 mg/dl, birincil korunmada
ikiden fazla risk faktörü olanlarda 130 mg/dl, daha az risk faktörü
olanlarda 160 mg/dl olarak belirlenmiştir. Avrupa Kardiyoloji Derneğinin
1998 yılında yayınladığı yeni kılavuzda ise, gerek ikincil
korunmada, gerekse yüksek riskli kişilerin birincil korunmasında tek
hedef olarak total kolesterolde 190 mg/dl, LDL kolesterolde ise 115
mg/dl belirlenmiştir. Halen ülkemizde Türk Kardiyoloji Derneği'nin
korunma kılavuzunda yer alan kolesterol değerleri hedeflenmelidir.
Hipertansiyon tedavisi
Hipertansiyon, aterogeneze birbiriyle bağlantılı
birkaç mekanizma üzerinden katkıda bulunur. Endotel disfonksiyonu
hipertansiyonun erken evrelerinden itibaren ortaya çıkar. Endotele bağımlı
vazodilatatörlere yanıtın azalması, lipoproteinlere karşı damar
permeabilitesinin artması, endotelin üretimi ve artmış lökosit yapışabilirliği
endotel disfonksiyonunun aterogenezi destekleyen olumsuz etkileridir.
Hipertansif süreç, hem küçük, hem de büyük arterlerin yapısal
yeniden biçimlenmesi ile ilişkili olabilir. Küçük arterlerde damar
düz kası kütlesi artmadan lümen daralır. Büyük arterlerde ise
yeniden biçimlenme esnasında lümen genişler. Vasküler hücre büyümesi
ve proliferasyonu hipertansiyon tarafından uyarılabilir.
Sınıflandırma amacıyla bazı kan basıncı değerleri
normal olarak kabul edilse de, kan basıncı ile kardiyovasküler risk
arasındaki ilişkinin devamlı olduğu birçok çalışmada gösterilmiştir.
Gerek sistolik, gerek diyastolik kan basıncı ile koroner olay ve inme
gelişme riski arasında önemli bir ilişki olduğu, günümüze dek
yapılan çalışmalarda belirlenmiştir. Hipertansiyonun koroner ve
serebrovasküler olaylara yol açma riski ileri yaş ve risk faktörlerinin
sayısı ile artmaktadır. MRFIT çalışmasında özellikle sistolik
hipertansiyonun inme, koroner olay ve mortalite için önemli bir risk
faktörü olduğunu göstermiştir. Dörtyüzbin kişiyi içeren dokuz
ileriye dönük araştırmanın yer aldığı bir metaanalizde sistolik
ve diyastolik kan basınçlarıyla KAH arasındaki bağlantının doğrusal
olduğu, yüksek değerlerde üç kata varan bir rölatif riskin varlığı
gösterilmiştir (14). Şişmanlık, fizik aktivite azlığı gibi diğer
risk faktörlerinin bu risk artışına katkıda bulunduğu bildirilmiştir.
Hipertansiyonun koroner olaylara yol açmasının, kan basıncının
damarlar üzerindeki doğrudan etkisinin yanında miyokard üzerindeki
etkisinden de kaynaklandığı düşünülmektedir. Günümüze dek elli
bine yakın hasta üzerinde yapılan randomize, plasebo kontrollü çalışmaların
gösterdiğine göre, tedavi ile sistolik ve diyastolik kan basınçları
13 ve 6 mm Hg düşürülünce, inme riskini %38 oranında, koroner
olayları ise %16 oranında azaltmak mümkün olmaktadır (15).
Hipertansiyon tedavisi ile özellikle yaşlı hastalarda koroner
olaylarda gençlerde saptanandan daha fazla azalma sağlanabilmektedir.
Hafif derecede hipertansiyonda bile hedef organ hasarının olabilmesi,
hipertansiyonun şiddetinin yanısıra dönemini de göz önüne alan
yeni bir sınıflama yapılması gereğini doğurmuştur. Hipertansiyon
sonucu gelişen sol ventrikül hipertrofisi, retinopati ve böbrek
fonksiyonlarında bozulma da ayrı birer kardiyovasküler risk göstergesidirler.
Başka bir deyişle, hipertansiyon da diabetes mellitus gibi hem bir
risk faktörü hem de hastalıktır.
1999 yılında yeni yayınlanan Dünya Sağlık Örgütü
(WHO) ve Uluslararası Hipertansiyon Derneği'nin (ISH) kılavuzunda
(15a) 1997 yılında yayınlanan American JNC-6 raporundaki tedavi yaklaşımlarına
göre bazı farklılıklar vardır. Şöyle ki, yüksek-normal kan basıncına
sahip kişileri risk stratejisine almayıp sadece Evre 1 ve Evre 2-3
olan hipertansif kişileri düşük, orta, yüksek ve çok yüksek
riskli olarak gruplara ayırmaktadır. Dolayısiyle, yüksek-normal kan
basıncına sahip kişilere yaşam modifikasyonu ve/veya ilaç tedavisi
önerilmemektedir. Hipertansiflerin de genç, orta yaşlı veya
diyabetik olanlarında hedef kan basıncının 130/85 mmHg altında, yaşlı
hipertansiflerde ise 140/90 mmHg altında olması hedeflenmektedir. Evre
1 ve risk faktörü olmayan hipertansifleri düşük riskli kabul edip
hemen ilaç başlanmamasını, uzun dönem (6-12 ay) takip edilmesini,
buna karşın 1-2 risk faktörü olan Evre 1, Evre 2 hipertansiflerle,
risk faktörü olmayan Evre 2 hipertansifleri ise orta riskli kabul edip
bu kişilerin 3-6 ay kan basınçlarını ve risk faktörlerini takip
edip gerekirse ilaç tedavisi başlanması önerilmektedir. Bu durumlar
dışında 3 veya daha fazla risk faktörü bulunan veya hedef organ
hasarı ya da diyabeti olan hipertansifleri yüksek riskli ve çok yüksek
riskli kabul ederek hemen ilaç tedavisi önerilmektedir.
Bütün bu bilgiler ışığında, Türk Kardiyoloji
Derneğince halen hazırlanan hipertansiyon kılavuzu çıkıncaya
kadar, Tablo 3'te belirtilen ve 1997'de yayınlanan Amerikan JNC-6
raporunda önerilen hipertansiyon yaklaşımı (16) Türk Kardiyoloji
Derneğince benimsenmektedir. Önceleri hipertansiyon tedavisinde amaç
kan basıncını düşürmek iken, günümüzde metabolik faktörleri düzeltme,
organ hasarını azaltma gibi parametreler de gündeme gelmiştir. Ancak
bu parametreleri düzeltmenin klinik olaylara etkisinin ne olduğu henüz
bilinmemektedir.Halen kullanılan çok sayıda farmakolojik ve ilaç dışı
yöntemin farklı parametrelere etkileri değişiktir (Tablo 4). Bu
tedavilerden sadece diüretikler ve beta blokerlerle yeterince geniş
sayıda yapılmış ve mortaliteyi azaltıcı etkisi kanıtlanmış çalışmalar
vardır.
Tablo
3. JNC-6*'ya göre hipertansiyon tedavisi
Tablo
4. Hipertansif kişilerde tedaviye yanıt
Sigara
Sigara ile kardiyovasküler hastalıklar arasındaki
sıkı ilişki iyi bilinse de, bu riskin altında yatan mekanizmalar
yeterince aydınlık değildir. Sigara, aterom plaklarının, özellikle
de abdominal aorta ve alt ekstremitelerdekilerin sıklığında bir
artmaya yol açmaktadır. Sigaraya bağlı aterosklerozu inceleyebilecek
hayvan modelleri yoktur. Ancak çeşitli gözlemlere dayalı veriler,
sigaranın aterojenik etkilerini kan fibrinojen konsantrasyonunu yükselterek,
trombosit tepkilerini artırarak ve sekonder polisitemi indükleyerek
kan vizkozitesini artırmak yoluyla yaptığını düşündürmektedir.
Ek olarak, endotel disfonksiyonu tarafından indüklenen değişmiş
vasküler reaktivite ve/veya nikotin damar tonusunun artmasını kolaylaştırır.
Sigara, ayrıca HDL kolesterolünü azaltır ve LDL kolesterolün
oksidasyonunu, muhtemelen sigara dumanındaki serbest radikaller yoluyla
kolaylaştırır. Bir hipoteze göre de sigara dumanı ve içindeki
metabolitler mutajenik bir etki göstererek damar düz kas hücrelerinin
monoklonal proliferasyonuna yol açabilirler.
En önemli önlenebilir risk faktörlerinden biri
olan sigara, ülkemizdeki yaygın kullanımı nedeniyle özel bir önem
taşımaktadır. TEKHARF çalışmasına göre Türk erkeklerinin %60'ı,
kadınlarının %20'si sigara kullanmaktadır (17). TEKHARF çalışması
izlemlerinde de Türk kadınlarının sigara tüketimi giderek artmaktadır.
Çok sayıda epidemiyolojik çalışma sigara içenlerde ölümcül
koroner olayların %70 arttığını göstermiştir. Ayrıca nonfatal
koroner olaylar da sigara kullananlarda iki ila dört kat daha fazla görülür.
Miyokard infarktüsü geçiren kişilerin sigaraya devamı halinde
reinfarkt riski %22-45 artar. Koroner baypas sonrası sigaraya devam
edilmesiyle mortalite iki kat artar. Sigara ile koroner arter hastalığı
arasındaki ilişki sürekli ve doza bağımlıdır. Erkek İngiliz
hekimlerinde yapılan bir çalışmada KAH prevalansı sigara içmeyenlerde
yüzbinde 166, günde 1-14 sigara içenlerde yüzbinde 278 ve günde 25
üzeri içenlerde yüzbinde 427 bulunmuştur. Benzer bulgular kadınlarda
yapılan geniş bir çalışmada da saptanmış, günde 1-4 sigara içenlerde
relatif risk 1.9 kat, 14-24 sigara arası içenlerde 4.3 kat ve 25'ten
fazla sigara içenlerde 5.4 kat artmış olarak bulunmuştur. Pasif
olarak sigara dumanına maruz kalmak da riski arttırır. Koroner olay
yanısıra inme riski de sigara kullananlarda artmaktadır. Bugüne
kadar yapılan üç prospektif randomize primer korunma çalışmasında
sigaranın bırakılması ile koroner olayların azaldığını göstermek
mümkün olmuştur. Sigaranın bırakılması ile kardiyovasküler risk,
yaşlı hastalarda bile hızla düşmeye başlar. Bir yılın sonunda
%50 kadar azalan risk, 10 yıl kadar bir süre geçmesiyle koroner olay
açısından giderek kaybolur (18). Risk azalmasının bu denli hızlı
olmasının nedenleri protrombotik değişikliklerin,
karboksihemoglobindeki artmanın ve koroner spazmın hızla düzelmesinin
ardından HDL ve endotel fonksiyonlarının iyileşmesidir. Koroner olay
geçiren kişilerin sadece üçte biri sigarayı kendiliğinden bırakmaktadır.
RİSKYÜK çalışmasında da üçte bir hasta hekim öğütlerine rağmen
altı aylık izlemde sigaraya devam etmiştir. Bu kadar güçlü ve hızlı
düzelen bir risk faktörünü ortadan kaldırmak için yoğun bir çaba
gösterilmesi, gerekirse rehabilitasyon programları ve farmakolojik
yaklaşımlardan yararlanılması uygundur.
Antiagregan-antitrombotik tedavi
Fibrinojen, von Willebrandt faktörü ve Faktör
VIIa'yı da içine almak üzere birkaç hemostatik belirleyici, artmış
kardiyovasküler hastalık riski ile ilişkili bulunmuştur. Ancak
bunlar arasında konuyla bağlantısı en güçlü ve en sabit olanı
fibrinojendir. Hem vaka-kontrol çalışmaları, hem de prospektif
kohort çalışmaları tutarlı bir şekilde plazma fibrinojen düzeyi
ile koroner ve serebrovasküler hastalıklar arasında pozitif bir ilişkiyi
göstermektedir. Yakın zamanda yapılan bir meta-analiz de bu ilişkinin
diğer risk faktörlerinden bağımsız olduğunu ortaya koymuştur
(19). Artmış trombosit sayısı veya agregasyon yeteneğinin
kardiyovasküler olay riski ile bağlantılı olduğu bilinmektedir.
Yeni bir çalışmada koroner hastalığı olanlarda, trombinle indüklenen
trombosit agregasyonunun ileriki koroner olaylar ve hastalığın
ilerlemesi açısından bir gösterge olduğu görüşü ortaya atılmıştır
(19). Akut koroner sendromlu hastalarda, koagülasyon sisteminin bazal
aktivasyon düzeyindeki artmanın klinik stabilizasyondan sonra da
uzunca bir süre devam ettiği gözlemlenmiştir (20). Bu bulgu, böyle
bir aktivitenin primer veya tekrarlayan olaylarda bir tetik rolü
oynayabileceğini düşündürmektedir. Fibrinolitik sisteme ait değişiklikler
yalnız trombojenisite ile ilgili olmayıp aterogenez gelişmesi ile de
doğrudan ilgili olabilirler. Örneğin plazminojenden plasmin oluşması
esnasında aterogeneze katkıda bulunacak bazı yerel değişiklikler
oluşur. Plazmin, ekstrasellüler matriksin komponentlerini ve bazal
membranı proteolitik olarak yıkar ve kollagenazları aktive eder. Bu
etki vasküler hücre migrasyonu için de önemlidir.
Koroner trombozun akut koroner olaylarda önemli bir
rol oynadığı bilinmektedir. Akut miyokard infarktüslerinin ancak
üçte birinde sigara, hiperlipidemi ve hipertansiyon gibi açıklayıcı
faktörlerin olması, trombojenik faktörlerin rol oynadığını düşündürmektedir.
Trombosit agregasyonunu irreversible olarak önleyen asetilsalisilik
asitin (ASA) gerek primer, gerekse sekonder korunmada yeri olduğu düşünülmektedir.
Yirmiikibin erkek hekimin incelendiği U.S. Physicians Health Study'de günaşırı
325 mg ASA kullanımının elli yaş üzerindekilerde miyokard infarktüsünü
%44 azalttığı gösterilmiştir. Ancak benzer bir çalışma 5000 İngiliz
hekiminde hergün 500mg ASA ile yapıldığında, belirgin fayda görülmemiştir.
Gerçi ikinci çalışmada her iki grupta koroner olayın çok az olması
farkı görmeyi engellemiş olabilir. Genelde kabul edilen 50 yaş üzeri
erkeklerde risk faktörleri varsa bir yandan onları modifiye edip öte
yandan ASA verilmesidir. Bu arada artmış gastrointestinal kanama ve
hemorajik inme riski de göz önünde tutulmalıdır. Kadınlarda aynı
öneriyi yapmadan önce halen devam etmekte olan Womens Health Study
sonuçlarını beklemekte fayda vardır. KAH gelişmiş kişilerde ASA
kullanımıyla ilgili daha fazla destekleyici veri vardır.
"Swedish Angina Pectoris Aspirin Trial"da günde 75 mg ASA'nın
miyokard infarktüsü ve ani ölüm riskini %34 azalttığı gözlenmiştir.
Yine 18000 hastanın incelendiği bir metaanalizde ASA ile kardiyovasküler
mortalitede %13, nonfatal miyokard infarktüsünde %31 ve inmede %42
azalma sağlanmıştır. Bu analizde 75-325 mg ASA dozunun en az yüksek
doz kadar etkin olduğu kanıtlanmıştır. Antitrombotik ajan olarak
uzun yıllar kullanılan dipiradomolün, tek başına veya ASA ile
birlikte kullanımının yararı gösterilememiştir. Yakın zamanda
kullanıma giren Tiklopidin ile daha az sayıda hastada yapılan çalışmalar
bu ilacın koroner olayları önlemede etkin olsa da nötropeni ve
trombositopeni gibi yan etkileri nedeniyle uzun süreli kullanımını sınırlamaktadır.
CAPRIE çalışmasında klopidogrelin daha az yan etki ile koroner
olayları azalttığı görülmüşse de, bu konuda daha geniş sayıda
çalışmaya gerek vardır.
Oral antikoagülanlar da ASPECT, WARIS ve Sixty Plus
Reinfarction çalışmalarına göre sekonder korumada koroner olayları
azaltırlar. Ancak GAMIS ve APRICOT çalışmalarında antiagreganlara
belirgin üstünlüklerinin olmadığı gösterilmiştir. Bu nedenle
aspirin intoleransı, sol atrium veya ventrikülde gösterilmiş trombus
olmadıkça antiagregan tedavi antikoagülasyona yeğlenmelidir. Halen süren
bazı çalışmalar gelecekte ideal doz ve kullanım açısından bizi
aydınlatacaktır.
2- Giderilmesine Yönelik Girişimlerin Koroner Arter
Hastalığı Riskini Azaltması Muhtemel Etmenler
Diabetes Mellitus
Diyabet, hiperlipidemi, hipertansiyon, obezite ve insülin
rezistansı ile ateroskleroz arasında sıkı bir ilişki vardır.
Bunların her biri aterosklerotik olaylar için bağımsız bir risk
faktörüyse de, söz konusu patogenetik mekanizmalar henüz çözümlenmemiştir.
Diyabette aterosklerozun etiyolojisi büyük ihtimalle çok faktörlüdür.
Kronik hiperglisemi, amino asid rezidülerinin nonenzimatik glukasyonuna
(glycation) bağlı olarak protein fonksiyon ve yapısında önemli değişimlere
yol açar. Bu özellikle tip-I diyabette ön plandaysa da, tip-II
diyabette de görülür. Hemoglobin A için söz konusu olduğu gibi,
hipergliseminin boyutları protein glukasyonunun derecesini belirler.
Tip-II diyabetteki veya iyi kontrol edilemeyen tip-I diyabetteki insülin
rezistansına hiperinsülinemi eşlik eder. Buna "insülin büyüme
faktörü-1" gibi, dolaşımdaki insüline bağlı büyüme faktörlerinin
artması yol açar. Glukoze proteinler ve çeşitli yerel büyüme faktörleri,
olgun aterosklerotik plağın fibromüsküler komponentinin
proliferasyonunu uyarabilirler. İnsülin rezistansı, hipertansiyonla sıklıkla
birlikte bulunur ve aterosklerotik olaylar için bir risk faktörü gibi
görünmektedir.
Diyabetli hastalarda, lipoprotein düzeyleri, örneğin
LDL kolesterol düzeyi anormal olmayabilir. Ancak lipoproteinler glukoze
olabilirler ve bu da fonksiyonlarında anormalliklere yol açar. Glukoze
apo B-100 içeren HDL kolesterolü, trombositler ve vasküler endotel
ile ilişkiye girerek tromboksan yapımını artırır ve
anti-trombolitik prostaglandinleri azaltır. Bu da diyabetli hastalarda
hem mikrodolaşımda, hem de makrodolaşımda tromboz gelişimini körükler.
Plazminojen aktivatör inhibitörü-1 de diyabette artarak spontan
trombolizi güçleştirebilir. Tip-II diyabette, HDL kolesterolü azalmıştır;
bunun da glukasyonu, ters (reverse) kolesterol transportunu daha da
bozar. HDL kolesterolü glukoze olduğunda daha kolay oksitlenir; bu da
makrofajların LDL'yi daha kolay ve hızlı almalarını sağlar.
İyi kontrol altında olmayan diyabette tipik olarak
hipertrigliseridemi ile beraber HDL düşüklüğü bulunur.
Hipertrigliseridemi LDL metabolizmasını etkileyerek daha küçük ve
yoğun LDL moleküllerinin oluşmasına yol açar. Bu LDL formu, daha az
yoğun olan LDL'ye göre beher miligram HDL kolesterol başına daha
aterojeniktir. Diyabette veya insülin rezistansı ile giden
dislipidemide postprandiyal şilomikronemi ve kalıntı şilomikronların
yüksekliği önemli özelliklerdir. Bu barsak kökenli aterojenik
lipoproteinler de, ateroskleroz gelişmesine doğrudan katkıda
bulunabilirler.
Düşük HDL düzeyleri açık bir şekilde, artmış
koroner riski ile bağlantılıdır. Bunun ters kolesterol
transportundaki bozulmadan mı kaynaklandığı, yoksa diyabetteki
trigliserid ve LDL anormalliklerini doğuran altta yatan patolojik
metabolizmanın bir yansıması mı olduğu belirsizdir. Bununla
beraber, iyi kontrol edilemeyen tip-I veya tip-II diyabetli hastalarda,
HDL tipik olarak 35 mg/dl'nin altındadır. Kontrol dışı tip-I ve
tip-II diyabette Lp(a) düzeyi bozuklukları da oldukça sıktır.
Gerek insüline bağımlı, gerek bağımlı olmayan
diyabetin önemli bir koroner risk faktörü olduğunu gösteren çok
sayıda epidemiyolojik çalışma vardır. Koroner mortalite tip-1
diyabetlilerde 3-10 kat, tip-2 diyabetlilerde erkekse 2, kadınsa 4 kat
artar. KAH gelişiminde önemli bir risk faktörü olan diabetes
mellitusta sıkı kan şekeri kontrolü ile mikrovasküler
komplikasyonları önlemenin mümkün olduğu bilinmektedir. Ancak sıkı
kan şekeri kontrolü yapmanın makrovasküler (aterosklerotik)
komplikasyonlar üzerine etkisi konusunda yeterli veri yoktur. Tip-II
diyabetli hastalarda, glisemik kontrol, diyabetik dislipideminin bazı
unsurlarını düzeltirken bir kısmına etkili olamamaktadır. Kronik
hipergliseminin aterojenik olduğunun çeşitli in-vitro ve in-vivo kanıtları
bulunmakla birlikte, özellikle tip-II diyabetik hastalarda
hipergliseminin kontrolunun aterosklerotik vasküler komplikasyonları
azaltacağı görüşü henüz kanıtlanmaya muhtaçtır. Uzun süren
hipergliseminin olumsuz etkileri iyi tanımlandığından sıkı kontrolün
makrovasküler olayları azaltması olasıdır. Yakın zamanda yayınlanan
bir çalışmada, insüline bağımlı diabetes mellitusta sıkı kan şekeri
kontrolü ile koroner olaylar azalmıştır. Yine DIGAMI çalışmasında
postinfarktüs hastalarda sıkı kan şekeri kontrolü ile bir yıllık
mortalitede %52'lik azalma sağlamak mümkün olmuştur. TEKHARF çalışmasına
göre ülkemizde 1995 yılı itibariyle birbuçuk milyona yakın
diyabetik hasta olup, prevalans her iki cinsiyette de artış göstermektedir.
Bu nedenle bu konuda yapılacak öneri büyük önem taşımaktadır. Ön
sonuçları yeni açıklanan UK Prospektif çalışmasında sıkı kan
şekeri kontrolü ile makrovasküler komplikasyonları azaltmak mümkün
olmamıştır. Halen süren VA Cooperative Study çalışması da sonuçlanınca
sıkı kontrolün koroner olaylar üzerine olan etkisi daha iyi aydınlanacaktır.
Bunlar sonuçlanana kadar, Amerikan Diyabet Derneğinin önerilerine
uyarak hastalarda açlık kan şekerini 120 mg/dl ve glukoz hemoglobini
%7'nin altında tutmakta yarar vardır.
Fiziksel Aktivite Azlığı
Fiziksel aktivite azlığı ve fizik kondisyon
yetersizliği de, aynı obezite gibi, koroner kalp hastalığı ile
ilgili bağımsız belirleyiciler olarak değerlendirilmesi zor özelliklerdir.
Düzenli egzersizin hem kardiyovasküler sisteme, hem de kardiyak risk
faktörlerinden kan basıncı, lipid profili, glukoz toleransı, obezite
ve tromboza eğilim üzerinde olumlu etkilerinin olduğu bilinmektedir.
Fizik aktivite azlığının KAH riskini iki kat arttırdığı
gösterilmiştir. Üstelik ülkemizde yapılan TEKHARF çalışmasında
fizik aktivite ve total kolesterol düzeyleri arasında anlamlı bir
tersine ilişki saptanmıştır. Fizik olarak aktif kişilerde tüm
nedenlere bağlı ölüm daha az görülür. Sağlıklı Harvard
mezunlarının 16 yıl izlendiği bir çalışmada düzenli egzersiz
yapanlarda kardiyovasküler mortalitede %24, morbiditede %39 azalma
saptanmıştır. Egzersiz derecesi arttıkça buna paralel olarak
koroner olaylar da azalmaktadır. Yine "Nurses Health
Study"de, kadınlarda fizik aktivite arttıkça koroner olaylar ve
inme riskinin azaldığı gösterilmiştir. Koroner arter hastalığı
gelişmiş kişilerde, ikincil koruma amaçlı egzersiz girişimi
uygulanan 22 çalışma vardır. Bunlar tek başına mortalite
belirleyecek güçte olmasalar da toplamlarından elde edilen sonuç,
koroner mortalitede egzersiz ile %23 azalma sağlandığı şeklindedir.
Egzersiz ile koroner olaylarda azalmanın yanısıra, anjiyografik
regresyonun da sağlandığı kanıtlanmıştır. Heidelberg çalışmasında
sadece egzersiz ile regresyon sağlandığı gibi, elde edilen fayda
egzersiz derecesi ile orantılıdır. Ancak KAH gelişmiş kişilerde
egzersiz hekim önerisi ile ve gözlem altında, dikkatli yapılmalıdır.
Kardiyovasküler riski azaltmak amacı ile önerilen minimum egzersiz,
haftanın üç günü en az 30 dakika ve aerobik özellikte olmalıdır.
HDL Yükseltilmesi
HDL kolesterolün ateroskleroz gelişiminde koruyucu
bir rolü vardır. Aterosklerotik lezyonlardan kolesterolün geri alınmasının
HDL tarafından ve muhtemelen reseptör bağlantılı mekanizmalarla sağlandığı
hipotezi ileri sürülmüştür. Özellikle apoprotein A1 içeren HDL,
apoprotein-A2 içeren HDL'ye göre daha fazla koruyuculuk özelliği içerir.
Düşük HDL, yani 35 mg/dl altındaki HDL-K değerlerinin önemli ve bağımsız
bir koroner risk faktörü olduğu bilinmektedir. Gerek Türk Kalp Çalışması,
gerekse TEKHARF Çalışmasına göre, ülkemiz erkeklerinin %50'sinde
HDL-K bu değerlerin altında olduğundan, konu ülkemiz için önem taşımaktadır.
Ancak tek başına HDL düzeylerini yükselten bir yöntem olmaması, ve
yaşam tarzının düzeltilmesiyle birden fazla lipid parametresinin düzelmesi
nedeniyle HDL yükseltmenin koroner riski azaltıcı etkisini ölçmek güçleşmektedir.
Yaşam tarzı değiştirilmesi, egzersiz, niyasin, östrojen, fibrat ve
statinler HDL'yi yükseltirken, diğer parametrelere de etkirler. Ancak
bazı gözlemler, HDL yükseltmenin önemli olabileceğine işaret
etmektedir. Helsinki çalışmasında, koroner olaylardaki azalma tek başına
LDL düşüşü ile açıklanamayacak boyutta olup muhtemelen HDL'deki
artışla ilgilidir. PROCAM çalışmasında en fazla koroner olay yaşayan
alt grup, LDL/HDL oranı yüksek kişilerden HDL kolesterolü 35 mg/dl
altında bulunan gruptur. İlaveten, LCAS çalışmasında en anlamlı
anjiyografik regresyon HDL'si 35mg/dl altında olup tedavi ile artan
hastalarda sağlanmıştır. Bu nedenlerle HDL'yi yükseltmenin koroner
olayları azaltması yüksek olasılıktadır.
Trigliserid Düşürülmesi
Trigliserid yüksekliği ile KAH arasında bağımsız
bir epidemiyolojik korelasyon varlığı tutarlı olarak gösterilememiştir.
Ancak, hipertrigliseridemi ve buna sıklıkla eşlik eden düşük HDL,
insülin rezistansı, küçük yoğun LDL ve abdominal obezite koroner
arter hastalığı için risk oluşturur. Tek başına trigliseridi düşürmenin
koroner olaylara etkisi ile ilgili veri çok azdır. Ancak gerek
birincil koruma çalışması Helsinki çalışmasında, gerek ikincil
korunma çalışması Stockholm çalışmasında tedavi ile koroner
olaylarda azalma en çok trigliserid yüksekliği ile birlikte LDL/HDL
oranı yüksek olan alt grupta görülmüştür. Buna ilaveten
anjiyografik regresyon çalışmalarında progresyon ve regresyonun önemli
belirleyicileri trigliserid düzeyleri, orta (intermediate) dansiteli
lipoprotein ve küçük yoğun LDL olarak bulunmuştur. Bu ipuçları,
trigliserid düşürmenin koroner olayları azaltacak olası bir
parametre olduğunu düşündürmektedir.
Kilo kaybı, kalori kısıtlaması, alkolün azaltılması
ve fizik aktivitenin arttırılması ile trigliseridleri düşürmek mümkündür.
Ancak, bu girişimlerin riski azaltma nedeninin tek başına trigliserid
azalması olmadığı açıktır. LDL kolesterolü düşürmenin en
fazla koroner mortaliteyi azalttığı alt grubun, trigliseridi de yüksek
kişiler olduğu yapılan çalışmalarda gösterilmiştir. Türk
Kardiyoloji Derneği'nin 1995 yılında yayınlanan Koroner Kalp Hastalığından
Korunma Kılavuzunda da belirtildiği gibi 200 mg/dl altındaki
trigliserid değerleri normal kabul edilmektedir. 200-400 mg/dl arası
değerler sınırda yüksek, 400-1000 mg/dl arası yüksek ve 1000 mg/dl
üzeri ise çok yüksek olarak kabul edilmiştir. 200 mg/dl'nin üzerinde
trigliserid düzeyine sahip her hastaya öncelikle ilaçsız tedavi yöntemleri
önerilmelidir. Bu yöntemlerin başında diyet, kilo fazlalığı
olanlarda zayıflama, alkolün kısıtlanması ve fizik aktivitenin arttırılması
gelir. İlaçsız tedavi ile trigliserid düzeyi düşmüyor ve birlikte
HDL düzeyi düşük kalıyorsa, veya hastada ailevi kombine
hiperlipidemi gibi aterojen bir hiperlipidemi varsa, ilaç tedavisi başlanmalıdır.
Bu amaçla fibrik asitler, nikotinik asit kullanılabilir.
Obezitenin Kontrolü
Şişmanlık, koroner kalp hastalığı ile ilgili
erken dönem epidemiyolojik çalışmalarda tek değişkenli
(univariate) analizler sonucunda bir risk belirleyicisi olarak gözükmüştür.
Ancak çok değişkenli (multivariate) analizlerde serum lipidleri,
diyabet ve hipertansiyon işin içine katılınca, şişmanlık bağımsız
bir risk faktörü olmaktan çıkmıştır. Son 40 yılda yapılan çalışmalarda
en az tutarlılık gösteren risk faktörlerinden biri şişmanlıktır
(21). İlişkilerin analizi zordur, zira şişmanlık kendisi
hiperlipidemi, diyabet ve hipertansiyona zemin hazırlamaktadır. Buna
karşın, kuvvetli ve bağımsız bir risk faktörü olan sigara içme,
zayıflıkla yakın paralellik gösterir. Şişmanlığa bağlı risk
yalnızca şişmanlığın derecesiyle değil, yağın vücuttaki dağılımı
ile de bağlantılıdır. Yağın karın bölgesinde toplanması ile
karakterize viseral adipozite, koroner arter hastalığı riski açısından
çok daha önemlidir (22).
Beden kitle indeksi (kilo / metre olarak tanımlanan
boyun karesi) ile mortalite arasında doğrusal bir ilişki vardır. Şişmanlık
ile hipertansiyon, glukoz intoleransı, trigliserid yüksekliği ve HDL
düşüklüğü genelde birlikte olur, bunlar da artmış koroner riske
katkıda bulunurlar. Beden kitle indeksinin 25 kg/m2 altında olması
normal kabul edilir. 25-30 kg/m2 arası kilo fazlalığı, 30 kg/m2 üzeri
ise obezite kabul edilir. Artmış bel/kalça oranı yani abdominal
obezite, KAH riskini özellikle arttırır. Erkeklerde 0.9, kadınlarda
0.8 altındaki bel kalça oranı normal kabul edilir. TEKHARF çalışmasında
yaklaşık 2.5 milyon erkek ve 5.3 milyon kadında obezite (BKİ >30
kg/m2) bulunduğuna (23) göre, şişmanlık halkımızda yaygın bir
risk faktörüdür. Obezitenin giderilmesi diğer birçok risk faktörünü
olumlu yönde etkileyeceğinden, tek başına giderilmesinin koroner
olayları azaltıcı etkisi ile ilgili çalışma bulunmamaktadır. Şişmanlarda
zayıflama konusunda hekimle hasta arasında gerçekci bir hedefe varılmalıdır.
Postmenopozal Östrojen Replasman Tedavisi
Doğal ve cerrahi menopozdan sonra KAH riskinin
artması, endojen östrojenin damar hastalıklarına karşı koruyucu
olduğunu düşündürmüştür. Postmenopozal östrojen replasmanının,
HDL düzeyleri, trombotik sistem ve endotel üzerine olumlu etkileri ve
antioksidan özelliği nedeniyle koroner olaylardan koruyucu olduğu düşünülmektedir.
"Lipid Research Clinics" çalışmasında, östrojen replasmanı
yapılan grupta, koroner olayların %64 azaldığı görülmüştür. O
zamandan beri yapılan 30 prospektif çalışmanın metaanalizinde
%30-70 arası bir risk azalması gözlenmiştir. Ancak bu çalışmalarda
replasman alan grubun genel olarak daha sağlıklı ve bilinçli olması
nedeniyle, sonucu olumlu yönde etkilediğine dair eleştiriler vardır.
Yakın zamanda sonuçları açıklanan Heart Estrogen Replacement Study
çalışmasında, koroner arter hastalığı gelişmiş kadınlarda
0.625 mg estrojen ile 25 mg medroksiprogesteron verildiğinde, erken dönemde
koroner olayların arttığı gözlenmiştir. Eğer tedaviye devam
edilirse, uzun vadede koroner olaylar azalmaktadır. Bu nedenle, aksi
kanıtlanana kadar, koroner arter hastalığı mevcut kadınlara yeni östrojen
replasmanı başlanmamalı, ancak zaten alıyor ise devam edilmelidir.
Eldeki verilerle henüz ideal koruyucu doz ve kombinasyonun net olarak
ortaya çıkmadığı görülmektedir.
3- Değiştirilebilirse
KAH Riskini Azaltabileceği Umulan Faktörler
Psikososyal Faktörler
Psikososyal stresin düzeltilmesinin koroner olaylara
olan etkisini ölçmek, stresin ölçüm ve değerlendirme zorluğu
nedeniyle oldukça güçtür. Psikolojik stres, öfke ve depresyonun KAH
riskini arttırdığı gözlemsel çalışmalarda bildirilmiştir.
Psikososyal stresi azalttığı düşünülen farklı girişimlerle günümüze
dek yapılan çoksayıda çalışma vardır. Genelde bu girişimlerin
koroner olaylara olumlu yönde etkisi olduğu düşünülmektedir. Özellikle
infarktüs sonrası hastalarda depresyon ve stres azaltıcı girişimlerin
yararlı olduğu düşünülmektedir.
Hiperhomosisteinemi
Aterosklerotik damar hastalığı için 15 (mol/lt üzeri
plazma homosistein düzeyleri yeni bir bağımsız risk faktörü olarak
tanımlanmıştır. Bu düzeyin en önemli belirleyicisi MTHFR (metyonin
tetrahidrofolat redüktaz) genotipi ile plazma B12 ve folat düzeyleridir.
Physicians Health Study çalışmasında bu düzey üzerinde homosistein
bulunanlarda 5 yıl içinde miyokard infarktüsü geçirme riski 3.4 kat
artmıştır. Diyetle B12 ve folat suplemantasyonu yapılan hastalarda
homosistein düzeylerini düşürmenin olası olduğu yeni çalışmalarda
gösterilmiştir. Özellikle MTHFR genotipi TT olan bireylerde günde
1000 mikrogram folat suplemantasyonu ile homosistein düzeylerini %21 düşürmek
mümkündür. Ancak bu girişimin koroner arter hastalığı
progresyonunu ve mortaliteyi ne derecede etkileyeceği bilinmemektedir.
Lipoprotein(a)
Genetik olarak belirlenen lipoprotein(a) [Lp(a)] yüksekliğinin
erken miyokard infarktüsü ve inme için önemli bir risk faktörü
olduğu bilinmektedir. Artmış Lp(a) düzeyleri özellikle birlikte
artmış LDL düzeyleri de bulunuyorsa, KAH için önemli bir risk faktörü
oluştururlar. Genelde Lp(a) nın 30 mg/dl üzerinde olması KAH için
risk oluşturur. Ancak, östrojen replasman tedavisi, niyasin, neomisin
dışında Lp(a) düzeylerini düşürücü özellikte farmakolojik ajan
yoktur. Bu ajanların etkisi de kısıtlı olduğu gibi, Lp(a) dışındaki
parametrelere önemli etkileri bulunmaktadır. Kaldı ki, kişinin LDL düzeyleri
düşürülünce Lp(a) yüksekliğinin oluşturduğu risk azalmaktadır.
Dolayısıyla tek başına Lp(a) düşürmenin etkisi bilinmemektedir.
Faktör 7, plazminojen aktivatör inhibitörü-I, von
Willebrand faktörü ve fibrinojen düzeylerinin artışı koroner arter
hastalığı riskini arttırsa da, bunların düzeylerinin düşürülmesinin
koroner riski azalttığına dair yeterli çalışma yoktur.
Antioksidan tedavi
Antioksidan tedavinin koroner ateroskleroz gelişimini
engelleyebileceğine dair çok sayıda gözlemsel çalışma varsa da,
rutin kullanımını öngördürecek kadar mortalite verisi henüz
yoktur. Doğal antioksidan tüketimi fazla olan toplumlarda koroner
olaylar azalmaktadır. Ancak, ek tedavi olarak denenen probucol, beta
karoten, C vitamini ve E vitamini kullanımı olan çalışmalardan
tutarlı bir sonuç elde etmek mümkün değildir. Mortaliteyi gösterecek
kadar büyük çalışmalardan Finlandiya'dan ATBC çalışması, CARET
ve Physicians Health Trial'da mortalite değişmemiş, CHAOS çalışmasında
ise 400-800 iü alfa-tokoferol ile koroner olayları azaltmak mümkün
olmuştur (24,25). Bu bilgiler ışığında diyetle antioksidan tüketimi
arttırılması dışında, rutin vitamin tedavisi kullanımını önermek
mümkün değildir.
İnfeksiyon
Chlamydia pneumoniae başta olmak üzere, bazı
infeksiyöz ajanların ateroskleroz gelişimine yol açabileceğine dair
bazı bulgular varsa da, bunun anlam ve klinik sonuçları hakkında
yeterli veri yoktur.
4- Risk Artışına Neden Olduğu Bilindiği Halde,
Değiştirilemeyen Faktörler
Aile Öyküsü
Koroner arter hastalığı gelişiminde en güçlü
etmenlerden biri aile öyküsüdür. Aile öyküsü olan kişilerde
erken KAH riski 12 kat artar. Bu yatkınlığın bir kısmı genetik
temelleri bilinen çeşitli kardiyak risk faktörlerine bağlı
olabilir. Bunlar arasında tek gen mutasyonuna bağlı lipid
metabolizması bozukluklarından başka, hipertansiyon, diabetes
mellitus ve diğer metabolik bozukluklar gibi daha karmaşık polijenik
bozukluklar da sayılabilir. Bilinen risk faktörlerinin kalıtımla geçiş
özellikleri dışında da, bazı ailesel faktörlerden söz edilebilir.
Bunlar arasında aynı çevreyi ve olumsuz yaşam alışkanlıklarını
paylaşmak sayılabileceği gibi, henüz tanımlanmamış genetik faktörler
de söz konusu olabilir.
Ateroskleroza ait aile hikayesi alınırken yalnızca
koroner kalp hastalığının kendisi ile ilgili değil, ailede mevcut
olabilecek diabetes mellitus, hipertansiyon, obezite ve diğer metabolik
hastalıklar hakkında da bilgi edinilmelidir. Koroner kalp hastalığına
yol açan ailesel faktörler arasında dislipidemilerin genetiği ve
getirdiği riskler en iyi bilinmektedir.
Dislipidemilere ek olarak, ateroskleroz gelişimine
yol açan diğer kalıtımsal yatkınlıklar arasında
hiperhomosisteinemi sayılabilir. Homosistinemi çeşitli spesifik
mutasyonlara bağlı olabilir. Nadir bazı depo hastalıkları ve psödoksantoma
elastikum gibi bağ dokusu hastalıkları da ateroskleroz için bir yatkınlıktan
sorumlu olabilirler. Aterosklerozun ailesel risk faktörleri söz konusu
olduğunda, birçok farklı konudaki gibi, kalıtım ve çevre faktörlerini
hassas bir şekilde birbirinden ayırmak zordur. Özgün gen mutasyonları
olmaksızın, tütün kullanımı, diyet ve fiziksel aktivite gibi çevresel
faktörler genetik dışı ailesel etkileri meydana getirebilirler.
Moleküler biyolojideki hızlı gelişmeler aile öyküsü olarak
bilinen geniş risk faktörünün genetik sorumlularını bir bir aydınlatmaktadır.
Lipid metabolizma bozukluğu, trombotik eğilim sağlayan genler,
homosistein düzey belirleyicileri, ACE genotip belirleyicileri, endotel
fonksiyon belirleyicileri ve daha birçok etmen aydınlatıldıkça
koroner riski oluşturan genler ortaya çıkmaktadır. Tanımlama aşaması
bittikten sonra gelecekte gen tedavisi ve diğer manipülasyonlarla bu
risk faktörünü de düzenlemek mümkün olacaktır.
Erkek cinsiyet
İlerlemiş aterosklerotik lezyonlar erkeklerde kadınlardan
yaklaşık 20 yıl daha erken ortaya çıkmaktadır. Erkeklerin major
risk faktörlerine daha ağır ve uzun süreler maruz kalmaları KAH
daki cinsiyet farkını kısmen açıklayabilir. Erkeklerde puberte ile
birlikte LDL kolesterol yükselip HDL kolesterol düşerken, kadınlarda
bu değişim gözlenmez. Cinsiyet farkının bir yönü de hormonal
farklılıklarla ilgili olabilir. Östrojenler plazma lipoproteinleri üzerinde
olumlu bir etkiye sahiptirler ve postmenopozal kadınlardaki koroner
hastalığı riskindeki artmayı geciktirmektedirler. Buna karşın,
erkeklere östrojen verilmesi muhtemelen arter trombozunu körüklediği
için, koroner kalp hastalığı insidensini arttırmaktadır.
Arterlerde dihidrotestosteron, progesteron ve östrojen reseptörleri
mevcuttur ve bu hormonlar ateroskleroz ve sekellerinin gelişimini doğrudan
etkileyebilirler. Ancak bu etkiler henüz tatminkar bir şekilde ortaya
konmamıştır. Sonuçta cinsiyet farkının nedenlerinin önemli bir kısmı
halen iyi bilinmemektedir.
|
|